Alçak İsrail donanmasının gemiyi taciz ettiği ilk andan itibaren başlamak istiyorum. Zira inanmazsınız, daha sonra gemidekilerle konuştuğumuzda da benimle aynı duygu ve düşüncede olduklarını öğrenecektim, o vakte kadar biz Ebubekir Kurban’ın güzeller güzeli kızlarının özenerek başörtüsü diktiği Barbie bebeklerin, Gazzeli çocuklara sağ salim ulaşacağından neredeyse hiç şüphe etmiyorduk. Hava güzeldi, kuzenimle 7-8 saatlik bir araba yolculuğu sonrası evde oturmuş Haneke’nin “Bilinmeyen Kod”unu izliyorduk. Neden sonra film bitti, internette (Twitter süper bir şey!) olan bitene uyandım. Kuzenime “haydi, İsrail konsolosluğuna gidiyoruz” dedim. Toparlanırken telefonuma mesaj atan ve benim kuzenime yapmış olduğum teklifin aynısını bana yapan arkadaşım Halid’i(Şimşek) ve onun arkadaşı Hakan’ı(Yılmaz) da arabayla alarak kalabalığa mütevazı bir katkıda bulunmak üzere karşıya, Levent’e geçtik.
Konsolosluğun önünde örgütlenmiş yaklaşık 200-300 kişilik bir kalabalık vardı. Kuzenim, kalabalığın arasından geçerken “hiç başı açık kadın yok” diye fısıldadı. Hayır, başı açık kadınlar vardı ve fakat onları o ufak kalabalığın arasından bile zar zor seçebiliyordunuz. Elbette pozitif ya da negatif bir ayrımcılık yapmak yerine, bu meseleye sahip çıkan kesime göndermede bulunduğumu hepiniz anlıyorsunuzdur. Tekbir, hutbe, tilavet, ezan derken; zaten başka gruplardan gelen vardı ise de, kalabalığı sayıca kuvvetlendirmekten gayrı bir şey yapamamıştır eminim. Çünkü bütün sloganlar İslam’ı refere ediyordu. Bu benim için sorun değildi, bana kalırsa güneş sisteminde olan biten her şey İslam’ı refere ediyordu. Lakin Abese’de lütfettiği gibi “dilediğine inandıran” Allah’ın belki o an için “dilemediği” yahut bitevi bir aydınlanma yaşatmadığı eşhasa(benim karanlığımdan hiç sormayın!) , susmaktan gayrı çare bırakmayan bir topluluktu oradakiler. Haklılardı, kardeşleri hakkında kaygılılardı, İsrail’e doğduklarından beri düşmanlardı, öfkeleri kontrol altına alınmaya değil kendini dışa vurmaya daha iştahlı gözüküyordu. Haliyle, vakit geçtikçe ve kalabalık güçlendikçe o belli belirsiz gördüğüm grupları da görememeye başladım.
Burada bir parantez açalım. Kimseye haksızlık yapmak istemiyorum. Filistin meselesini vakti zamanında kendi meselesi edinmiş ve gidip orada çatışmalar vermiş, türküler yakmış sol gruplar vardı, bilirsiniz. Ama bu meselede onların örgütlenememesini bir türlü anlayamadım. Elbette “İslamcı” arkadaşlarımızın bu duruma katkıları olmuştur. Ama inanmıyorum ki, mazlumun çektiği acıyı yüreğinden hisseden biri, samimiyetle oraya gelmiş olmasın. Birileri de gidip Amerikan konsolosluğunun önünde kusabilirdi içindekini mesela. Yahut konsolosluk şart mı ya, eskiden konsolosluk mu vardı! ? Bu süreçte “yeşil bayrak teröründen gemidekilere üzülemedik” diyen gruplara zerre hak vermiyorum. Yeşil bayrakları terörize bulabilirler, buna lafım yok. Ama insan olmaları, bu meseleye derinden üzülmelerine yetecekti. Mavi Marmara gemisindeki insanlar hangi inanca memur yahut mensup olurlarsa olsunlar, haksızlığa uğruyorlardı ve bu haksızlığa karşı durmak kime hizmet ederse etsin, bu durumdan kim nemalanırsa nemalansın, bir öncelik sonralık hesabına indirgenebilecek denli ucuz değildi, hiç değildi! 29 senelik hayatımda, yaşadığım bu olay, şahit olduğum en büyük turnusoldür. Neler neler okumadım, izlemedim, işitmedim ki! Meğer mazlumun bile bir dini, bir etnisitesi, bir cinsiyeti, bir bilmem nesi varmış. Müslüman mazlumlara, bir tek müslümanlar, diğerlerine diğerleri koştururmuş. Kahrolsun şovenist ahlakçılık!
Sonra tacizlerin, taciz olmaktan gayrı ilerlemediğini, “bu şerefsizler cesaret edemeyecekler” rahatlığıyla görüp, saat beşe doğru evin yolunu tuttuk. Eve geldiğimde son düşündüğümün ne kadar doğru olduğuna şahit oldum. Bunlar külliyen şerefsizdiler ve geminin Gazze’ye yanaşmasından ötürü dehşetengiz bir korkunun içinde, gemiye saldırmışlardı. Helikopter o geminin üstünden aşağı piçlerini dökmeye başladığı zaman, işte tam o zaman, “neden ben o gemide değilim” dedim. Asabım bozuldu, kendimi hiç olmadığım kadar çaresiz hissettim. Öyle bir duygu çöktü ki üstüme, o duygunun bertaraf olması için o gemide olmamdan gayrı çare yok!
Sabaha kadar uykusuz haber izledik. Öğlene doğru kısa bir süreliğine nasıl olmuşsa sızmışım. (Allah affetsin!)
Bütün dünya, canlı yayında, o alçak zalimlerin katliamına tanıklık ederken, ben içimdeki enerjiyi nasıl dönüştürebilirim diye durmadan sigara ve çay içiyordum. Mübalağasız, bu meseleye dair en kuvvetle hissettiğim duygu; çaresizlik! Ne yapabilirim diye kendimle konuşuyorum. Konuşmayı bırakın, kendimle düpedüz tartışıyor, yumruklaşıyor, hesaplaşıyorum. Yapılması gereken belli, hemen uçakların kalkması, gemilerin demir alması, ordunun izhar edilmesi gerekiyor. Ama ortalıkta bir sessizlik var ki, o sessizliğin içine bildiğiniz bilmediğiniz bütün küfürleri rahatlıkla sığdırabilirsiniz. Devlet başkanı da değiliz, ömrümüzce iktidarın bir parçası olmayı da becerememişiz. Bırakın bir parçası olmayı, kime iktidar yakıştırması yapılmışsa, elimizde ne varsa fırlatmışız, ağzımıza geleni saydırmışız. Dolayısı ile iktidarın bizi dikkate alması mümkün gözükmüyor. Ama olur da bir boşluğuna denk getiririz, Allah’ın işi belli mi olur, vicdana merhamete gelirler diye düşünerekten, reisi cumhura bir mektup yazdım. Çok güzel oluyor, siz de yazın. Cumhurbaşkanlığı sitesinde “Cumhurbaşkanına yazın” diye bir bölüm var, oraya bir şeyler yazıyorsunuz, asla cevap vermiyorlar. Siz de yazdığınızla kalıyorsunuz. Dostlarımın hayatından o denli büyük bir endişe içerisindeyim ki, ömrümce hiç yapmadığım bir şeyi yaparak mektuba “Şairim” diye başladım.
Burada biraz ahkâm kesmem gerekiyor. Bana ne vakit şairlik isnat edilmişse her defasında onu kuvvetle “estağfurullah”lamışımdır. Lakin burada, bir insanın şair oluşuyla yahut kendisine şairlik atfedişiyle ilgili ezber bozan bir durum var. Zira şair cümle kurarak anlayamadığı ve anlaşılamadığı için şiire sürgün edilir. Gündelik hayatın içerisinde geçen alelade cümleler onun bu dünya ile hesaplaşmasına yetmez çünkü. Bunu ilk olarak, cümleleri deforme ederek, sonra sonra metaforun dibine doğru çekimlenerek yapar. Yani şair, cümle kurmaktan kovulan adamdır, bakmayın bu kadar cümleyi peşi sıra yazdığıma, bu kelimelerin / cümlelerin hepsinden kovulmuş bir adamım ben. Uzun uzun anlatınca cinnet geçiriyorum! Şimdi reisi cumhura yazarken şair demem de ondan. Eflatun’un bizi kapıya koyduğu günden beri, devletle çekişir dururuz. Eflatun halt etmiş, o bizi kovmadı, biz istifa ettik!
Dostlarım için bir miktar alçaldığım cümleleri elbette keserek mektubu aşağı alıntılıyorum:
Kıymetli Reisicumhurum,
Ben…….(buraları bir dostum, akrabam görür diye ödüm patlıyor, nasıl alçalıyorum görmelisiniz.) …….. Bu sabah o gemide yaşananları seyrederken, Kerbela’da yaşananlar geldi aklıma. Yasin Suresi’nde geçen “onlara anlatsan da, anlatmasan da birdir, onlar inanmazlar.” ayeti ile birlikte düşündüğümde, bu insanlık dışı müdahalenin tüm zamanlara inen Kuran-ı Kerim’in ayetlerini bir kez daha (haşa) boşa çıkarmayan bir vesile olduğu kesin. Kerbela aklıma geldiğinde, Hz. Peygamberin ailesinin üstelik Hz. Peygamber için katlediliyor olmasından daha ağırı, bu olaya şahitlik edenlerin durumudur fikrimce. Zira, dua ederken hep böylesi ağır bir imtihanla sınanmanın korkusunu iletirim Rabbime. Bu öyle ağır bir imtihan ki, insanın sadece tarafını belirlemesi yetmiyor yaşananlara, belirlediği tarafı eksik bıraktıkları ile beslemesi de gerekiyor. Filistin hakkında konuşmaya başlayınca, bütün Müslüman âleminin nasıl da kolay taraf belirlediğini, tavrını ve tepkisini sahih ve refleks olarak nasıl kolayca ifade ettiğini görüyoruz. Ama kaçımız gördüklerimizin ötesine, tutunduklarımızın berisine düşmeyi göze alıyoruz diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Şu basit zihnimde dolanan düşünceler, derinden duyduğum keder ile birleşince; bu çirkin duruma dair alacağımız tavır, ileride hepimizin sorgusunu zorlaştırır bir hale sokacak sanki bizi. Kerbela’ya tanıklık etmedim ama orada olsaydım nasıl davranırdım, neyi eksik yapardım korkusunu hala hissederim. Şimdi hepimizin tanıklık ettiği bir durum var. Bakınca herkesin tarafı belli ve fakat böylesi yüksek bir çoğunluğun sağlandığı bu yerde yapabileceklerimizin doğurduğu hareket neyi yerinden etmeye yetiyor ki! ? Zulme şahitlik ediyorum reisicumhurum. Gözlerim, şahitlik ettikçe yargılıyor bedenimi. Benim gücüm biraz yazmaktır, biraz şifa dağıtmaktır belki. İş bu mektup ile, Rabbime, hesap günü, az da olsa üzerime düşeni yaptım demek ister gibiyim. Her ne kadar yapsam da, yazsam da, tam tepemde işte acizliğim. Şahitlik mertebesinin tedirginliğini, bir de sizinle paylaşmayı istedim. Sürç-i lisan eylediysem, affola! Allah yar ve yardımcınız olsun.
Bu mektuptan sonra Bülent Arınç hemen bir açıklama yaparak sessizliği bozdu, Ahmet Davudoğlu olayı dehşetengiz bir şiddetle kınadı, başbakan Şili’den süratle yurda dönüş hazırlıkları yapmaya başladı. BM güvenlik konseyi toplandı, Davudoğlu onlara parmağını “efendi olun, alırım paçanızı aşağı” diye tehditkâr tehditkâr salladı, savaşa girdik gireceğiz yani! Gökyüzünde bir uçak sessizliği var. Mektubun etkisi dünyanın öbür ucuna ulaşmış, kaç dile çevrildiğini inanın ben bile bilmiyorum. En son şerefsiz Obama’nın bir danışmanı beni telefonla arayarak “şurada ne demek istiyorsunuz” diye bir soru sordu, Ah Muhsin Ünlü’nün “Ah o Gemide Ben De Olsaydım” adlı muazzam şiirini okudum ona, bir daha da aramadılar. O şiiri okuyunca ben de bir miktar dindim, rahatladım, içim dışıma çıktı. Tüm bu mektup meselesi için reisi cumhuruma teşekkür ederim, sözümüzün de varmış demek bir kıymeti.
Sonra Sadık Hoca’yı (Battal) aradım, sesi berbat geliyordu, “Hakan Abi’yi (Albayrak) , Ebubekir Abi’yi (Kurban, soyadı ile itibarı ile büyük tehlikede) sordum, “hemen atla gel! ” dedi ve telefonu yüzüme kapattı. Bu Haneke’nin filmi gibi bilinmeyen bir kod değil, Sadık Hoca’yı tanıyan herkes tarafından hemen anlaşılabilen bilinen bir koddu. Meali: Aksi bir durumun yeryüzünde gerçekleşmesini istemiyorum. Mealin Meali: Hala yaşamak istiyorsan, hemen gel! Hemen arabaya atlayıp, son sürat kuzenimle karşıya geçtim. Vardığımda Sadık Hoca dünyamızı terk etmiş ve Mavi Marmara gemisine atlamıştı bile. Ağzını bıçak açmıyordu ve onunla iletişime geçmek büyük risk almayı gerektiriyordu. Akşam oldu ve nihayet dostlarımızın sağ olduğu haberi geldi. Şehitlerimizin ve yaralılarımızın üzüntüsünden biraz sıyrılarak sevindik. (Allah affetsin!)
Ölüm tuhaf… Şehadet de olsa, en yakınına konduramıyorsun. Gerçi o gemiye binenler; şehit, gazi yahut sağlam, herkes kahraman. Zaten felsefi bir çöküş yaşıyorum, neden o gemide değilim diye, hayatıma dair kurduğum bütün planlar anlamlarını bir yerde boşaltmış. Düşünsenize, o gemiye bindiğiniz zaman hayatınızda yaptığınız her şey doğru oluveriyor. İster geminin bir köşesinde bulmaca çözün, ister Gazze Kafe’den bir çay söyleyin kendinize… Evet, bunu söylerken utanıyorum ama sevap sayacını gözümün önüne getirdim, o sayaç sanki bütün sevabı içine çekercesine müthiş bir hızla dönüyordu. Mavi Marmara gemisi Gazze’ye doğru ilerlerken, yeryüzünde aldırmamam gereken her şeyden sıyrıldım. Gemi ardında bıraktığı tufan ile yerle bir ediyordu dünyamızı. O göze güzel görünen, her şeyin yolunda olduğu yalanı sıyrıldıkça sıyrıldı tenimden. Tufan arzı inleten bir büyüklüğe kavuşuyor ve taş taş üstünde bırakmıyordu. Gemi’ye “Nuh’un Gemisi” adını yakıştırmam da tam bu vakte tekabül eder. Eylem dedikleri, demek böyle bir şey! Mavi Marmara gemisinin kurduğu cümleleri öğelerine ayırdınız mı hiç? Öznelerin, nesnelerin, yüklemlerin hepsi sanki cennetlik!
O gece, Ah Muhsin Ünlü aradı. Öfkeliydi, benim hissettiklerimin aynısını hissetmiş ve ne yapmamız gerektiğini soruyordu. Böyle diyordu ama bir şeyler yapmaya başlamıştı bile o. Bana şiirinin ilk dört mısrasını okudu. “Çok mu sert olmuş? ” diye sordu. “Vallaha serinledim, müzik gibi geldi kulağıma” diye yanıt verdim. Hakikaten muazzam bir şiirdi, ritmi-müzikalitesi ve taşıdığı duygu ile dünyada mühim bir boşluğun karşılığı idi. İşte o karşılığı olduğu, doldurduğu boşluk yüzünden doğdu o şiir. O şiirin verdiği şiddet ve rahatsızlık duygusunun, bizim içimizdeki ile asla yarışamayacağı hususunda hemfikir olarak telefonları dua ile kapattık.
Bir sonraki günün akşamı Gökdemir İhsan ve Samed Karagöz ile birlikte İHH’ya gittik. Bu süreç boyunca Sadık Hoca, Onur, Gökdemir ile durmaksızın irtibat halindeydik zaten. Hele Gökdemir ile siyam ikizleri gibi dolaşıyorduk. İHH’ya gitmemizin sebebi ise, elbette gemisiz kalmışlığımızdı. Mavi Marmara gemisi ile irtibatımız kopmuş, yolcuların İsrail zindanlarına atıldığı haberi geliyordu. Orada İHH başkan yardımcısı Yavuz Bey ile görüştük. Planımız şuydu, Akdeniz’i bir insan gölüne çevirmek! Bunun için de yüzlerce balıkçı teknesine atlayarak, Gazze’ye piknik yapmaya gitmek istediğimizi ilettik. Allah razı olsun, Yavuz Bey de, Rachel Corrie gemisinin 3 gün sonra Girit’e ulaşacağını ve kendisinin de o gemiye nasıl binebilirim hesabını yaptığını bize ilettiğinde, büsbütün çıldırdık. Zira, bizim gibi gemisiz binlerce mağdur vardı. Ama şahadet hevesi adamı öyle ele geçirmiş ki, dönüp arkasına bakmadan cennete gitmek istiyor. Neyse, bizi nasıl olduysa ciddiye aldılar, yarın akşam gelin görüşelim, bağlantıları yapalım, gidip esirlerimizi alalım dediler. Bizi ciddiye almalarının sebebi ise, “biz Hakan Albayrak’ın vekaleti ile geldik! ” dememizdi.
Burada da bir parantez açalım. Hakan Abi buradayken bizim keyfimiz yerindeydi. Herkes evinde oturmuş çayını içiyor, muhabbetini yapıyordu. Çünkü sağ olsun kendisi bizim için de dünyayı dolaşıyordu ve yeri geldiği zaman bizi göreve çağıracağından hiç şüphemiz yoktu. Ama mübarek, gemiye bütün ekibini doldurmuş. Organize olmaya çalışıyoruz, tanıdığımız bütün adamlar gemide! Bir Sadık Battal var, o da Hakan Abi’den dolayı iptal! Nihat Abi’yi (Nasır) aramazsam İHH ile bağlantı bile kuramayacaktık. O denli dezorganize, bir başına kalmış gibi hissettik yani. Bu yazdıklarımı, bizzat uçaktan indikleri sabah Hakan Abi’ye ilettik, inşallah bir dahakine birileri burada kalacak. Bir dahaki olursa kimin kalacağı da derin muamma. İlan falan vermek lazım.
Bu esnada televizyon kanallarında, gazete sütunlarında ak ile kara belli oluyor tabi. Milletler, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, o devasa turnusolün üzerinde nasıl renk veriyorlar, görmelisiniz! Ahlaklı avlayan, ahlaksız ayıklayan bir hale düştük. Kim bizim adamımız, kim adam gibi adam, kim bizden, kim değil, her şey ayyuka çıktı. Gerçi takkenin düşüşü sonrası ortalığı bu kadar kelin dolduracağını düşünmezdik ama maalesef öyle oldu. El insaf! Memlekette ne vicdansız adamlar varmış. Daha kardeşlerimiz için üzülmeden, konu bu işten kimin nemalanacağı meselesine geldi. Mazlumu bir kenara bırakıp, “biz Hamas’ın sözcülüğünü yapmayız! ” dediler. Hakkın rahmetine en güzel biçimde kavuşan şehitlerimizi boşverip, “Bu iş iktidarın oyunu! ” demeye varana değin komplo teorisyenleri kaynıyordu ortalık. “Ben savaşmak istemiyorum, altım kuru, keyfim yerinde! ” diye yazan-söyleyen bile oldu. Ayıp! Ayıp!
Meseleye dair en inanılası komplo, İskenderun’da patlayan PKK saldırısı idi. İnanılası, zira dünyadaki bütün puştlukların İsrail menşeili olduğuna otomatikman inanıyoruz. Allah o güzeller güzeli şahitlerimize de gani gani rahmet eylesin, yakınlarına kuvvet/sabır diliyoruz.
Bir sonraki gün diplomasi ve kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar sonrası, devlet esirlerimizin serbest bırakılacağı müjdesini verdi. İçimize su serpildi. Hakan Abi’nin döneceği haberi, bizim tekrar muhabbetle çay içeceğimizin müjdesiydi. Dolayısıyla bizim Akdeniz’e dökeceğimiz yüzlerce balıkçı teknesi projemiz ertelenmiş oldu.
Akşam olunca Taksim Meydanı’na geldik. Kahramanlarımızın uçağını bekliyorduk. Öncelikle yaralılar Ankara’ya indi. Sonrasında sanki bilerek geciktirilen uçak, sabaha karşı yola koyuldu. Taksim Meydanı’ndaki kalabalık ile ilk gün ve sonraki günlerde İsrail Konsolosluğu önünde biriken kalabalık arasında hiçbir fark yoktu. Uçak gecikince kalabalık dağıldı. Bir miktar bekleyip, Gökdemir ve birkaç arkadaş havaalanına hareket ettik. Birkaç saatlik beklemeden sonra, İHH başkanı Bülent Yıldırım geldi ve muazzam bir konuşma yaptı. İnanılmaz bir konuşmaydı bence. Dünyanın kendisinden öğreneceği çok şey var. Dünyanın ve dahi kendi kalabalığının… Böylesi mukavemetle örülen bir ahlak anlayışı, böylesi bir paklık, güzellik… Kendi kalabalığının sloganlarını tashih ederken dahi, her tarafından merhamet taşıyordu. Allah razı olsun!
Biz konuk evinin önünde bekleyeduralım, meğer bizim dostlarımızı adli tıp kurumuna götürmüşler. Biz de atladık arabaya, gittik. Türk usulü, arabaya 8 kişi falan bindik. Kurumun önüne gelince, hekim kimliğimi gösterip polis bariyerini aştım ve inanmazsınız belki tam yarım saat koşar bir tempo ile gemi kalabalığı arasında dostlarımı aradım. Sadık Battal ile ilk bulduğumuz Ebubekir Kurban oldu. Kurban olduğum ağabeyim, oturmuş yemeğini yiyordu, yorgundu, mutluydu, sıkıca sarıldık. Sonra Bahadır İslam’ın nur yüzüyle aydınlandık, o mütevazı haliyle bizi yaktı eritti. Lakin Hakan Abi hala yok. Yahya’yı bulduk, Samet’le görüştük, kucaklaştık ama Hakan Abi hala yok. Anons falan yaptırdık, gelen kimse yok. Ebubekir Abi ile beraber, zalimlerin dağıttığı, içini boşalttığı, tam kendilerinden beklendiği gibi bıraktığı valizlerin arasında bomboş olan çantasını arayıp, bulduk. Dönerken Hakan Abi ile karşılaştık ve hasret sona erdi.
Hızla dışarı çıkıldı, çaylar içildi, sigaralar yakıldı, sıcacık muhabbetler edildi, buruklukla karışık bir sevinçle onlar anlattı, biz dinledik. Onları dinlerken herkesin diline pelesenk ettiği ve yiğit bir cengâver gibi savaşan Sinan Abi (Albayrak) ile de karşılaştık. Çiçeği burnunda eşi Başak Daşman ile ilk kez orada tanıştık. Meğer geminin demir almasından bir gün önce kıyılmış nikâhları. Sinan Abi, Mavi Marmara için “balayı” sözcüğünü kullandı, bilmem anlatabiliyor muyum! ?
Sadık Battal, Peygamber efendimizin şehre Hz. Ali’nin(yani en güvendiği kişinin) evinden girip, oradan çıktığını söylerken, elbette Hakan Albayrak ile dostluğunu işaret eder her defasında. Dolayısı ile, hep beraber Sadık Battal’ın evine, kahvaltıya geçildi. Sadık Hoca, kardeşi için günlerdir biriktirdiği gazeteleri getirdi. Hepimiz, dünyada artık geri dönüşsüz izler bırakan bu büyük devrimin nasıl yankılandığını heyecanla anlattık. Mavi Marmara’dan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Gözlerindeki parıltıyı görmenizi isterdim. Daha sonra Ebubekir Abi, gemiye ilk bindiği andan başlayıp uçaktan indiği ana kadar bize nakletti. Onları da geminin içindekilerden biri yazacaktır elbette. Hakan Abi, biraz dinlenmek üzere odasına çekildi. Dostlara kavuşmuş olduğumuzdan ötürü mesut, şehitlerimiz ve yaralılarımızdan ötürü buruk, cenaze namazına geçildi. Namaz öncesi Sadık Hoca, Hakan Abi’yi uyandırmamı istedi. Bu uyandırma işlemini anlatmakta, Türkçenin yahut başka bir lisanın bize böyle düz cümleler arasında yardımı olacağını pek zannetmiyorum, yazılacak ayrı bir şiirin konusudur.
Şehitlerimizi son yolculuğuna uğurlarken, onların berrak kanının Akdeniz’e döküldüğünü ve Mavi Marmara devriminin en büyük kahramanları olduğunu bir kez daha duyumsadık. Onlar için dökülen gözyaşları, devrim şarkılarıyla iç içe geçti.
Aynı gün namaz sonrası, Murat Menteş-Samed Karagöz-Gökdemir İhsan’ın önayak olduğu bir basın toplantısı düzenlendi. Baştan beri Gökdemir ile veryansın ettiğimiz mevzu, gemiye sadece İslami kesimin sahip çıktığı görüntüsüydü. Meseleyi “yeşil bayrak terörü”ne indirgeyenler için bir gökkuşağı kurmak fikri zaten hâsıl olmuştu. Yani her renkten bayrağın, tıpkı Mavi Marmara gemisinde olduğu gibi buluştuğu ortak bir ses! Bunun için çeşitli inançlardan/renklerden insanlar Murat Menteş’in yazdığı yumruk gibi bir metnin altına “suçluyoruz” diye imza attılar. Ondan önce Afili Filintalar sitesinde zuhur eden imza kampanyası, sonrasında müstakil bir hal aldı ve binlerce kişinin altına imza attığı çok dilli bir internet sitesine dönüştü.
Dünya hala Mavi Marmara’nın yarattığı depremle meşgul. İsrail, Gazze’deki ablukayı hafifletti bile. Mısır kapılarını açtı. Ama bu kadarının yetmeyeceğini hepimiz adımız gibi biliyoruz. Bütün milletler, yavaş yavaş tarafını belirlemeye başlıyor. Mavi Marmara, bu seçimi onlara dayattı. Biz, yani zaferle müjdelenmişler, şehitlerimizin kanını yerde koymayacak olan O en büyük Muntakim’in, bize binilecek yeni gemiler nasip etmesi için dualar ediyoruz. Mavi Marmara gemisinin bütün kahramanlarından Allah razı olsun. Bu tarihi bir yerlere not etmeli, dünyada yeni bir devir başlıyor. Bir milat! Ele geçirdikleri bütün silahları denize atan yüz binlerce geminin, Gazze’ye, yani insanlığın, vicdanın ve merhametin merkezine doğru yol aldıklarını görür gibiyim. Devrimimiz hayırlı olsun!
* İhtiyar Dergisi’nde yayımlanmıştır.
Bir yanıt yazın